İsrail’in Gazze Şeridi’nde tüm dünyanın gözü önünde yürüttüğü sistematik aç bırakma ve katliam operasyonları nedeniyle dünya kamuoyu bu yöne odaklanmışken, işgalci güç aynı anda Filistin sahasında başka sıcak meselelerde tehlikeli adımlarını sıklaştırıyor. Dünya Gazze’ye kilitlendiğinden bu gelişmelerin ciddiyetini fark edemiyor. Bu sebeple Gazze’deki savaş sona erdiğinde buradan uzakta başka bir gerçekle karşılaşmamız işten bile değil.
Bu durumun en yoğunlaştığı yerlerin başında Mescid-i Aksa geliyor. İşgalci İsrail, dünyayı -sadece Filistin halkını değil- hala sarsan Gazze’deki vahşi katliamların şokundan faydalanarak Aksa’da mevcut statükoya yönelik her gün köklü değişiklikler yapıp sahada yeni bir gerçeklik inşa ediyor. İşgalci gücün en son attığı adımlardan biri, geçtiğimiz nisan ayının sonunda Aksa’da cuma hutbelerinde, dualarda veya herhangi bir yerde “Gazze” adının anılmasını yasaklama kararı oldu. Bu durum, Aksa’da her alanda yaklaşmakta olan büyük bir felakete işaret ediyor.
Bu adım, İsrail’in son yirmi yıldır git gide artırdığı adımların bir parçası olarak karşımıza çıkmakta. Özellikle son iki yılda bu adımlar keskin bir şekilde arttı. 2023 sonu itibarıyla işgalci otorite, Mescid-i Aksa’nın yönetiminde İslami Vakıflar İdaresi’nin tekelliğini kaldırarak kendini fiili bir ortak konumuna taşıdı. Bugün ise buranın idaresini tamamen ele alıp mutlak bir egemenlik kurmaya doğru gidiyor. Fakat burada kabul edilmesi gereken ve sorumluluğundan kaçınılmaması gereken bir gerçek var, o da şu ki, işgalci oluşumun uygulamalarına karşı, resmi ve toplumsal düzeyde işgal ile karşı karşıya gelmeme ve ona Aksa’nın işlerine karışma “bahanesi” vermeme adına izlenen tavizkâr yaklaşım.
Örneğin 2003 yılında, Aksa İntifadası’nın ardından Vakıflar İdaresi’nin gayrimüslimlerin Aksa’ya girişini yasaklamasından üç yıl sonra işgalci oluşum, bu kararı tanımayarak Mağaribe Kapısı’nı gayrimüslim turist ve yerleşimcilere açmıştı. İşgalci oluşum o dönem sadece sözlü tepkilerle karşılaşmıştı. Bu durumun normalleştirilmesinin üzerinden tam on yıl geçtikten sonra, yani yaklaşık 2010 yılında, işgalci oluşum Mescid-i Aksa’ya giriş yasağı şeklinde yeni bir ceza uygulaması başlattı. Bu yasak ilk etapta Aksa’daki tanınmış aktivistleri hedef alıyordu. Ancak işgal yönetimi bu adımına karşı ciddi bir tepki görmeyince, uygulamayı genişleterek İslami Vakıflar İdaresi’ndeki yetkilileri de kapsayacak şekilde tırmandırdı. Hatta iş o kadar ileri gitti ki, 2019 yılında Kudüs’te İslami Vakıflar İdaresi bünyesinde en yetkili olan İslami Vakıflar Konseyi Başkanı Şeyh Abdulazim Selheb Mescid-i Aksa’dan uzaklaştırıldı.
Zamanla, Mescid-i Aksa’da görev yapan çoğu muhafız ve hizmetli, yerleşimciler açısından “rahatsızlık” olarak görülebilecek en ufak bir hareketleri nedeniyle mescide girmekten men edildi. Bu duruma karşı sessiz kalınmaya devam edildikçe, işgal yönetimi Aksa’daki muhafızlar, çalışanlar ve yöneticilerle ilgili atamalara da müdahale etmeye başladı. Belirli kişilerin Aksa’daki pozisyonlara atanmasına karşı olduğunu açıkladı ve bu kişilerin buraya girişini yasaklamakla tehdit etti. İşgal yönetimi bu müdahalelerinde sadece idari alanla sınırlı kalmayarak Mescid-i Aksa’nın kamusal alanlarına da karışmaya başladı. Başlangıçta yerleşimciler, turist sıfatıyla ve Aksa muhafızlarının gözetiminde buraya girebiliyordu. O dönemde, ağzını açan ya da herhangi bir dua okumaya veya dini ritüel gerçekleştirmeye yeltenen herkes buradan çıkarılıyordu. Ancak zamanla yerleşimcilerin sayısı, kıyafet tarzları ve Aksa içindeki hareketleri kademeli olarak arttı ve bu durum ciddi bir tepkiyle karşılaşmadı.

Bu durumun tek istisnası, Kudüs Ayaklanması olarak bilinen 2015 olaylarıydı. O ayaklanma, İsrail’in tamamen geri adım atmasına yol açabilecek bir gelişme olabilirdi; ancak dönemin ABD yönetiminin müdahalesi ve ardından Arap yöneticilerin sessiz kalması Mescid-i Aksa’daki mevcut statükoda ciddi bir değişikliğin kabul edilmesine neden oldu. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Mescid-i Aksa’daki statükonun “Müslümanların ibadet etme hakkını ve Yahudilerin ziyaret etme hakkını” içerdiğini duyurdu. Böylece, yerleşimcilere modern tarihte ilk kez resmi olarak “ziyaret hakkı” tanınmış oldu. Oysa öncesinde bu ziyaretler yasadışı sayılıyor ve meşru görülmüyordu.
Bu durum, işgal yönetimine ciddi bir cesaret verdi ve 2015 yılında dayatmaya başladığı Müslümanlarla Yahudiler arasında “zaman bakımından bölünme” uygulamasını hayata geçirmesine zemin hazırladı. 2022 yılına gelindiğinde ise, bu durum Müslümanların namaz vakitleri dışında Mescid-i Aksa’ya girişinin yasaklanmasına kadar vardı. Özellikle de yerleşimcilerin günlük baskınları sırasında mescidin içinde bulunduğu saatlerde Müslümanların girişi tamamen engellendi.
Her zamanki gibi bu gelişmeye karşı da resmi düzeyde hiçbir tepki gelmedi. 2023 yılının ortasında ise durum daha vahim bir hal aldı ve Likud Partisi milletvekili Amit Halevi, Mescid-i Aksa’nın Müslümanlar ve Yahudiler arasında bölünmesini öngören bir öneriyi ilk kez İsrail parlamentosu Knesset’e sundu.
Aslında Gazze Şeridi’ne yönelik mevcut savaşın, İsrail’in Aksa’daki ilerleyişini yavaşlatması beklenirdi. Ancak biz, aşırı sağcı İç Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir’in, Gazze’deki İsrail katliamlarının oluşturduğu şok ve dehşet ortamını fırsata çevirerek Mescid-i Aksa içinde büyük adımlar attığını gördük. Ben-Gvir, yerleşimcilerin Mescid-i Aksa’da tüm dini ritüellerini açıkça yerine getirmelerine izin verdiğini açıkladı. Böylece, Yahudiler artık “ziyaret” için değil, doğrudan “ibadet ve dua” için buraya gelir oldu ve 2015’te John Kerry tarafından ifade edilen “ziyaret hakkı” anlayışı fiilen aşılmış oldu.
Bu tehlikeli adıma ne resmi ne de halk düzeyinde herhangi bir tepki verildi! Bu sessizlik, İsrail hükümetini öyle cesaretlendirdi ki, artık Müslümanların tanımına bile müdahale etmeye başladı. İşgal polisi, Filistinli olmayan Müslümanları -örneğin İngiliz ve Kanadalı Müslümanları- “turist” oldukları gerekçesiyle Müslümanların namaz vakitlerinde Aksa’ya girişten men etmeye başladı!
Şimdi ise, ibadet edenlere yönelik müdahaleye karşı gösterilen sessizliğin ardından, işgal yönetimi doğrudan ibadetin kendisine karışmaya başladı. İslami Vakıflar İdaresi’ne, Mescid-i Aksa’da Gazze için dua edilmemesi ve cuma hutbelerinde “Gazze” isminin anılmaması yönünde talimat gönderdi. Bu durum, artık işgal yönetiminin yalnızca Mescid-i Aksa’nın idaresine ortak olmadığını, aksine tam anlamıyla bir otorite haline geldiğini, yani İslam dininin özüne bile müdahale ettiğini gösteriyor.
Burada asıl felaket, bu talimatlara resmi olarak itiraz edilse de, fiili olarak uygulamada boyun eğilmesidir. Nitekim, son üç cuma hutbesinde ne Gazze’nin ismi anıldı ne de Gazze için açıkça dua edildi. Vaizler sadece üstü kapalı, belirsiz ifadelerle yetindiler. Çünkü işgal yönetimi, Gazze ismini anan herhangi bir vaizi Mescid-i Aksa’ya sokmamakla ve yaklaşık 1500 dolar tutarında para cezası kesmekle tehdit etti. Ancak bu tehdide karşı asıl yapılması gereken şey, sadece işgal Gazze’nin isminin anılmasını yasakladığı için bile olsa vaizlere Gazze ismini özellikle anmaları yönünde talimat vermekti.
İşgalciyle yüzleşmekten kaçınmayı ve “Mescid-i Aksa’daki durumu daha da kötüleştirmemek” bahanesiyle sessiz kalmayı seçen bu yaklaşım, çok daha büyük bir sorunu derinleştiriyor. İşgalci gücü ve burada yürüttüğü projeleri görmezden gelerek Mescid-i Aksa’ya klasik bir anlayışla yaklaşılıyor ve böylece İslami varlık sadece klasik ibadetlerle sınırlanıp gerçeklikten kopuk bir yaklaşıma hapsediliyor. Bu, çok büyük bir hata; çünkü bu durum, Arap resmi makamlarının Mescid-i Aksa’ya yaklaşımla ilgili herhangi bir projesi olmazken, işgalci oluşumun Aksa’ya ilişkin açık bir projesi olduğunu gösterir.

Mescid-i Aksa herhangi bir mahalle camisi değildir ki, hutbelerin engellenmesinden ya da cuma namazının kılınamamasından korkularak tavizkâr bir yaklaşımla ele alınsın. Mescid-i Aksa, Haremeyn-i Şerifeyn’in kardeşidir ve yeryüzündeki tüm Müslümanlara aittir. Bu nedenle burasıyla kurulan ilişki, diğer camilerle kurulan ilişkiden farklı olmalıdır. Diğer camilerde kabul edilebilecek bazı şeyler, Aksa’da asla kabul edilemez.
Bu hakikati 1967 yılında Şeyh Abdulhamid es-Saih çok iyi anlamıştı. İsrail Din İşleri Bakanlığı’nın Mescid-i Aksa’ya müdahalesini reddetmiş ve meşhur sloganını ilan etmişti: “Süngülerin gölgesinde namaz kılınmaz.” O ve beraberindeki alimler sayesinde işgalci oluşumun Aksa’nın idaresinden uzaklaştırılması sağlanmıştı. Eğer bugün olup bitene sessiz kalırsak, işgalci oluşumun müdahaleleri daha da ilerleyerek Aksa’da hangi duaların ya da ibadetlerin serbest olup olmadığını belirlemesine kadar gidecek; burada namazın şeklini değiştirmeye çalışacak ve nihayetinde uzun zamandır hedefledikleri mekansal bölünmeyi hayata geçireceklerdir.
Gazze’ye dua etmeyi ya da ismini anmayı yasaklamak, Mescid-i Aksa’yı mevcut çatışma denkleminden tamamen çıkarmayı ve onu diğer Filistin topraklarından koparmayı hedeflemektedir. Bu ise son derece tehlikelidir. Çünkü son 25 yılda Filistin’deki tüm halk hareketlerinin odak noktası her zaman Mescid-i Aksa olmuştur. 2000 yılındaki Aksa İntifadası’ndan 2023’teki Aksa Tufanı Operasyonu’na kadar olan süreçte bu hep böyleydi.
Aynı zamanda bu uygulama, Gazze’yi Filistin toplumunun vicdanından koparmayı, Filistinliler arasında bölünmeyi pekiştirmeyi ve böyle bir durumda Gazze’yi tek başına bırakmayı hedeflemektedir. Bugün Mescid-i Aksa meselesinde tek çözüm krizi tırmandırmaktır. Ya tüm vaizler Aksa’ya girişten men edilirse ve Vakıflar İdaresi camide cuma hutbesi okuyacak kimse olmadığını duyurursa? Bu durum Kudüs’te bir krize yol açar ve kriz çözüme götürebilir. Zaten Aksa’nın yakın tarihinde birçok dönüm noktası ancak krizle aşılabilmiştir. Örneğin 2017’deki Esbat Kapısı Direnişi’nde Kudüslüler ve Vakıflar İdaresi, elektronik kapılardan geçerek Aksa’ya girmeyi reddetmiş ve Hıtta Kapısı’nın kapatılmasına karşı çıkmıştı. 2019’daki Rahmet Kapısı Direnişi’nde da yine Kudüslüler ve Vakıflar İdaresi, Rahmet Kapısı’nın açılmasında ısrarcı olmuştu. Eğer bu olaylar olmasaydı, bugün hala elektronik kapılar yerinde duruyor olacak, Hıtta Kapısı kapalı olacak ve Rahmet Kapısı da şu an ya bir sinagoga dönüştürülmüş ya da Mağaribe Kapısı ve Kubbetü’s Sahra avlusundaki Canbolatiyye Halveti (polis karakolu) gibi Müslümanların kontrolünden çıkmış olacaktı.
Bu nedenle, halkın sesini yükseltmesi ve kriz oluşturması gerekiyor. Gazze için ismen dua etmek, verilen büyük tavizlerin ardından yapılabilecek en asgari görevdir. Mesele basit değil. Eğer bugün bir kez daha taviz verirsek, sonunda Aksa’da bozguna uğrayacağız. Bu sorunun tek çözümü var; Gazze için ismen dua ederek işgale karşı durmak. Ne kadar baskı olursa olsun. Eğer Gazze’ye dua etmenin bedeli Kudüs’te bir krizin çıkmasıysa, öyle olsun. Zira yeterince taviz verdik.
Bu yazı Kudüs Araştırmaları Uzmanı Dr. Abdullah Marouf tarafından kaleme alınmıştır, çevirisi Kudüs’te Bugün ekibine aittir.