Written by Görüş

İsrail’in İran’ı Suçlaması, Mescid-i Aksa’ya Zarar Verme Niyetinden mi İleri Geliyor?

İşgal devletine dair önemli bir noktayı itiraf etmemiz gerekiyor. O da şu ki işgal devleti farklı organlarının, her meseleyi kendi içinde özel olarak ele almasıdır. Yani herhangi bir durum diğer bir durumu kapsamaz ya da kamuoyunun herhangi bir meseleyle ilgileniyor olması diğer bir meseleyi de aynı zamanda ele almasına bir engel teşkil etmez. Bunun canlı örneğini İsrail ve İran arasındaki savaş ile İsrail’in Gazze’deki soykırımı aynı anda devam ettirmesinde görmekteyiz.

Bu gerçeğin en bariz örneği ise yakın zamanda İran’a askeri operasyonlar başlatmasıyla birlikte sözde “kalabalıkların bir araya gelmesini” engellemek bahanesiyle Mescid-i Aksa’ya ve Kıyamet Kilisesi’ne cemaatlerin girişini engellemesidir. Bu olay ise belki de İran ve Gazze’deki yaşanan sıcak gelişmeler sebebiyle henüz hak ettiği ihtimamı görememiş ve hakkında doğru analiz yapılamamıştır. Buna karşın şunu söylemeliyiz ki bu karar oldukça hassas ve önemli olmakla birlikte özelde Kudüs genelde de bölge için ileriye dönük tehlikeler taşımakta.

Mescid-i Aksa’nın ve Kıyamet Kilisesi’nin süresiz bir şekilde kapanması Netanyahu hükümetinin öne sürdüğü gibi güvenlik sebebiyle alınan bir karar değil; bilakis tamamen siyasi bir karardır. Çünkü bu karar, bugün İsrail Tel Aviv’i nasıl tüm unsurlarıyla birlikte ele alıyorsa aynı şekilde Kudüs’ü de tüm unsurlarıyle ele aldığı anlamına gelmektedir. Yani Netanyahu Mescid-i Aksa’yı da Kıyamet Kilisesi’ni de Tel Aviv gibi kendi egemenliği altında görmektedir.

Bu yüzden İsrail aldığı bu kararı kendi siyasi egemenliği altında olmayan Ramallah, Nablus, Halil ve Oslo’nun sınıflandırmasına göre A, B ve C bölgeleri fark etmeksizin Batı Şeria’daki camilerde uygulamaya koymadı. Aksine bu kararı Kudüs, Eski Şehir sınırları içinde bulunan Mescid-i Aksa ve Kıyamet Kilisesi için uygulamaya koydu. Çünkü bu bölge uluslararası hukukta İsrail’in yönetimi altında kabul edilmektedir. Ancak işgal devleti bu bölgeyi (Kudüs)Tel Aviv ve Hayfa’dan ayırt etmemekte ve başkenti olarak addetmekte. Mescid-i Aksa’nın tüm bu çatışmanın tam ortasında yer aldığını göz önüne alırsak yaşananların sebebinin İsrail’in Ürdün’e bağlı olan İslami Vakıflar idaresini hiçe sayarak kendi egemenliğini ispatlamaya çalışmak olduğunu açıkça görmekteyiz.

İsrail artık Dini Siyonizm hükümetinin gölgesinde Mescid-i Aksa’yı bir mabed olarak görmekte. Bunun için de yalnızca 2009 ‘da İbrahim Camii’nin Yahudi kültürüne ait olduğunu ilan ettiği gibi Aksa’yı da bir mabed olarak tanıdığını resmi bir şekilde ilan etmesi kaldı. Aksa’daki Yahudi ritüellerini yerine getirmeleri ise Mescid-i Aksa’da Tapınak, kapalı özel bir alan ya da bir kısmının alınması suretiyle bir Yahudi merkezi kurulması için yalnızca bir hazırlık aşaması olarak addedilmekte. Nitekim Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir’in bu yöndeki açıklamaları da bu gerçekliği doğrular nitelikte.

Kaldı ki Netanyahu’nun da bu yaklaşımdan uzak durduğu söylenemez. Çünkü İran’a karşı saldırıların başlamasından iki hafta önce Netanyahu dini siyonizm hareketi gruplarına yaptığı – konuşmadan çok vaat sayılabilecek- konuşmasında; sözde “tapınak”ın inşasının başladığını ve bunun gerçekleştiğini kendi gözleriyle göreceklerinin haberini verdi. Netanyahu bu konuşmasıyla çok sayıda dini siyonizm hareketi grubunun desteğini de kazanmış oldu.

Bu yüzdendir ki normal şartlarda baskınlarının durdurulması ya da engellenmesi durumunda öfkeden çılgına dönen dini siyonizm grupları Mescid-i Aksa’nın hem Müslümanlara hem de kendilerinin girişine kapatılmasına ses çıkarmadılar. Şu anda bu grupları rahatsız eden şey ise Müslümanlarla eşit muamaleye maruz kalmaları. Talepleri ise; Müslümanların haklarının hiçe sayılarak Halil’deki İbrahim Camii ve Burak Duvarı’nda olduğu gibi kendilerine iltimas geçilmesi ve Aksa’nın yalnızca kendi hizmetlerine sunulması.

Burak Duvar’ndan söz etmişken medyanın bu adil muameleye (!) çok da değinmediği önemli bir meseleyle karşı karşıyayız. O da, konu mukaddes mekanların kapatılmasına geldiğinde Burak Duvarı’nın (İsrail, batı duvarı ya da ağlama duvarı olarak da adlandırır) bu gruba dahil edilmemesidir. Netanyahu Hükümeti haftanın en önemli günü olan Cuma gününde Müslümanları Mescid-i Aksa’dan var gücüyle çıkarmaya çabalarken herhangi bir sebep olmaksızın aynı anda Burak Duvarı’nda ritüellerini gerçekleştiren Yahudilere göz yummakta. Bununla da kalmıyor, Burak Duvarı’nı hafta boyunca 24 saat olarak Yahudilerin kullanımına açık bırakmakta. Bu gelişmeyi ise yerleşimci grupların dini liderleri fırsata çevirmiş, 16 Haziran Pazartesi günü ritüel bahanesiyle kalabalık gruplar halinde toplanarak İran ve Gazze’deki sözde zaferlerini kutlamışlardır.

Sonuç olarak İsrail İçişleri Bakanlığı’ndan bu toplanmalarla ilgili herhangi bir engelleme girişimi görememiş olduk. Bu durumu iki şekilde değerlendirmemiz mümkün:

Birincisi: Bu durum, Netanyahu’nun, hükümetini İran’la yaşanan son çatışmadan sadece birkaç gün önce hükümetini neredeyse düşürmenin eşiğine getiren Haredim (aşırı dindar Yahudiler) akımına göz kırpma çabasının bir parçası olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu grup, koşullar ne olursa olsun kendi ritüellerinin istenen zamanda ve şekilde kesintiye uğramadan yerine getirilmesinin gerekliliğini savunmakta. Bunu da kendilerine kutsal bir görev olarak addetmekteler. Ve eğer ritüelleri kesintisiz bir şekilde yerine getiremezlerse yalnızca işgal devletinin değil; tüm dünyanın tehlikede olduğunu ileri sürmekteler.

Ayrıca bu grup Korona pandemisi zamanında Aksa’nın kapatılmasına ve girişlerin engellenmesine şiddetle karşı çıkan ve dini ritüellerin ne şartla olursa olsun yerine getirilmesini savunmaktaydı. Bu sebeple o dönemde bu gruplar arasında vakalar hızlı bir şekilde yayılma göstermişti. Onlar için pandemi, savaş gibi durumlar herhangi bir önem arz etmemekte, hal böyle olunca Netanyahu, hükümeti son Knesset oylamasında neredeyse düşüyorken, muhalefetin sunduğu Knesset’i feshetme yasasına destek vermemeleri için onları son anda ikna ederek oylamayı durdurmayı başarmasaydı, hükümeti düşebilirdi; bu yüzden bu grubu herhangi bir şekilde kızdırmaktan kaçınmakta.

İkincisi ise; Mescid-i Aksa Müslümanlara kapatılırken Burak Duvar’ının yerleşimcilere açık bırakılmasının siyasi bir karar olduğunu ve Netanyahu’nun öne sürdüğü gibi herhangi bir güvenlik sebebinin olmadığını zikretmiştik. Bu durumda alınan bu kararın Aksa’da özellikle Cuma günü, sonrasında halk düzeyinde bir çatışmaya dönüşmemesi için kalabalıkların oluşmasını engellemek olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Peki, yanı başındaki Mescid-i Aksa güvenli değilken Burak Duvar’ını güvenli kılan şey nedir? Aynı durum Burak Duvarı’ndan yalnızca 350 metre uzaklıkta bulunan Kıyamet Kilisesi için de geçerlidir.

Tüm bu yaptırımlardan çıkardığımız sonuç ise; İsrail’in kendi egemenliğini kanıtlama çabasından başka bir şey değildir. Hatta Kıyamet Kilisesi’nin kapatılması, Mescid-i Aksa’nın kapatılması hususundaki Müslüman kamuoyunu yanıltma girişiminden ibarettir. Alınan bu kararlar işgal devletinin yalnızca Aksa için uyguladığı tehlikeli yaptırımlardan başka bir şey değildir.

Dahası ise işgal devleti kadro eksikliği çekmelerine rağmen Aksa’ya girişlerde yalnızca bazı görevlilere izin verirken kalan İslami Vakıf çalışanlarının hiçbirinin Aksa’ya girip namaz kılmalarına izin vermemekte. Kaldı ki bu durum Korona zamanından bu yana çok fazla değişiklik göstermiştir. Çünkü işgal devleti pandemi zamanındaki kapanmada vakıf çalışanlarının tümünün Aksa’ya girmesine izin vermekteydi. Ancak bugün şunu görmekteyiz ki; vakıf çalışanlarının Aksa’nın surlarına bitişik olan ofislerine gidebilmeleri için Mescid-i Aksa’dan geçmelerine dahi izin verilmemekte. Bu durum ise 2017 Esbat Kapısı direnişinde olduğu gibi Mescid-i Aksa’daki hayatın tamamen durdurulması ve kuşatma altına alınması anlamına gelmektedir. İşgal devleti Esbat Kapısı direnişinde Aksa’yı tamamen kapatıp içeride ibadet edilmesini yasaklayarak elektronik kapıları kurmasıyla birlikte aslında Aksa’da köklü bir değişiklik yapmayı hedeflemişti.

Şu anda yaşananlar ise bizde şöyle bir soru işareti uyandırmalı: Tüm bu kapanma ve savaş hali geçtikten sonra işgal devletinin bu anlamda tam olarak planı ne ve Mescid-i Aksa’yı nasıl bir gerçeklik beklemekte?

Aynı zamanda işgal devletinin bu durumları fırsat bilerek bir ahmaklık yapmasından endişe duyduğumu da açıkça belirtmek isterim ki geçtiğimiz günlerde New York’ta yaşayan Haredi Haham Yosef Mizrachi’nin kendi hesabında bu durumu fırsata çevirmeleri gerektiğini belirten bir video paylaşmıştı. Bu videoda ise “Eğer elimde olsaydı Mescid-i Aksa’ya bir füze atar sonra da bu füzenin İran’ın attığı bir füze olduğunu ve yanlışlıkla Aksa’ya düştüğünü söylerdim.” ifadelerini kullandı.

Bu şeytani düşünceler her ne kadar saçma ve gerçeklikten uzak görünse de işgal devletinin, Mescid-i Aksa’ya karşı ne kadar tehlikeli ve ölümcül sonuçlar doğurabilecek niyetler taşıdıklarını gözler önüne sermektedir. Bu yüzden Filistin halkının özellikle de Kudüslülerin daha dikkatli olmaları gerekmektedir. Tüm bunlardan hareketle, artık son raddeye gelen bu olaylarda işgalin kabusu olan halk düzeyinde acil bir tepki ve Netanyahu ve hükümetine karşı koyarak onlar için işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirmek şarttır. Yoksa bu sessizliğin ve ataletin bedeli çok ağır olacaktır…

 

Bu yazı Kudüs Araştırmaları Uzmanı Dr. Abdullah Marouf tarafından kaleme alınmıştır, çevirisi Kudüs’te Bugün ekibine aittir.