Written by Görüş

Ürdün’ün Mescid-i Aksa Üzerindeki Vesayetinden Geriye Ne Kaldı?

Mescid-i Aksa son iki yıldır çok tehlike bir sürecin içine girmiş durumda. Saldırıların artması, Yahudi varlığının netlik kazanması ve Müslüman kimliğinden koparılması gibi tehditlerle karşı karşıya. 7 Ekim 2023’ten sonra Aksa’ya yapılan saldırılar artmış ve Müslümanlara daha önce hiç olmadığı kadar kısıtlamalar getirilmiştir. O kadar ki cemaatle namazlarda dahi namaz kılanların sayısı 3 bini aşamıyordu ve İran ve işgal devleti arasındaki savaş sebebiyle 12 günlük tam kapanma yaşandı. Bu süreçte Vakıflar Müdürlüğü çalışanları hariç kimse namaz kılamadı.

Buna karşın, yerleşimciler Aksa’ya baskınlar düzenleyerek daha önce aldıkları tepkiler yüzünden başarısız oldukları ritüelleri şimdi başarılı bir şekilde yerine getirmekteler. Örnek vermek gerekirse geçtiğimiz haziran ayı, Pesah Bayramı’nda (Küçük Pesah olarak da bilinir) yerleşimciler Gavanime Kapısı’nda ellerinde canlı kurbanlarla baskın düzenlemişlerdir. Yine aynı şekilde geçtiğimiz haziran ayında Şavuot Bayramı’nda ellerinde et parçasıyla Kubbet’üs Sahra’nın avlusunda baskın gerçekleştirmişlerdir.

Bu meydan okumalara verilen tepkiler ise güç sahibi çeşitli taraflarca “zayıf ve etkisiz” olarak tanımlanabilir. Bu da işgal devletinin Mescid-i Aksa’nın himaye edildiği her alanda adım adım haddini aştığını göstermekte. Bu makalede himaye alanlarından bir tanesinin ne kadar zayıfladığını ele alacağız. O alan ise Ürdün’ün Mescid-i Aksa üzerindeki vesayetidir.

İmar için başlamış olsa da başarılı olamadı.

Ürdün’ün Kudüs’te vasiliğini yaptığı mukaddesatın başında Aksa gelmekte. Bu vasilik ise ilk Haşimi imarının başladığı 1924 senesine dayanmakta.[1] Bu durum, Hac Emin el-Hüseyni’nin Emir Abdullah bin el-Hüseyin’e gönderdiği ve ondan imar çalışmalarını denetlemesini talep ettiği mektupla bağlantılıdır.[2] 1948’de İngiliz işgalinin sona ermesinin ardından Ürdün, işgal altındaki Kudüs’ün doğusundaki İslami mukaddesatın himayesini ve denetimi görevini üstlenmiştir. Haziran 1967’de bu bölgenin de işgalinin ardından vakıfların sınırlı, ufak bir alan olan Aksa üzerindeki vesayet hakkı korunmuş, işgal devleti de bu vesayet hakkını yok sayamamıştır. 1988 yılında Ürdün’ün Batı Şeria ve Kudüs’ün birbirinden ayrılması kararıyla birlikte Kudüs’ün doğusundaki İslami mukaddesat hariç tutulmuş ve böylece Haşimi vesayeti devam etmiştir.

Haşimilerin rolü imar projesiyle sona ermiş değildir bilakis aynı zamanda dini ve siyasi politikayı hatta herhangi bir saldırıda bu mukaddesatın savunuculuğunu yapmalarını hatta ve hatta bu mukaddesatın kimliğini İslami ya da Hristiyan olsun korumayı da kapsamaktadır. Buna ek olarak, bu kimliği sahteleştirmek ya da değiştirmek gibi girişimlere karşı teyakkuzda olmaktır. “Kudüs’teki İslami ve Hıristiyan Mukaddesatı Üzerindeki Haşimi Vesayeti” kitabı 1917-2020 yılları arasında Haşimilerin Kudüs’teki bu mukaddesatı üzerindeki vesayetinin detaylarını ele almaktadır. (Al-i Beyt Krallığı İslam Düşüncesi Vakfı, Amman, 2020, s.34-35)

Ürdün’ün vesayetiyle ilgili rolü aşağıdaki gibidir:

  • Mescid-i Aksa’nın bakımı ve bakımın sürdürülmesi
  • “Aksa’da Müslümanların namaz kılabilmesi” hedefinin korunması
  • Mescid-i Aksa bünyesindeki diğer alanların korunması (İslam Müzesi’nin bakımı, vakıf çalışanlarının maaşlarının ödenmesi ve mescit için gerekli finansın sağlanması)

“Vadi Arabe Anlaşması” Ürdün’ün İslami mukaddesatın denetimindeki rolüne açık bir şekilde işaret etmekte. Buna ek olarak, 2013 yılı mart ayında Filistin Başbakanı Mahmud Abbas ve Ürdün Kralı 2. Abdullah’ın bu anlaşmayı imzalamaları bu vesayeti kanıtlamaktadır.[3] Bu bağlamda çeşitli tarafların konuşmaları da vesayet konusunun önemi ve gerekliliğine vurgu yapmıştır. Bu tarafların başında: İslam İş Birliği Teşkilatı, Arap Birliği, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri yer almıştır.

Aksa’nın Anahtarları Kimin Elinde?

İlgili bentler, Mescid-i Aksa’nın muhafazası ve Müslümanların namaz kılması için Aksa’nın açık kalması Haşimi vesayetin öncelikli görevleridir. Ancak işgal devletinin bu vesayetin yerine getirilmesi hususundaki ilk ihlali, Megaribe kapısının işgal edilip yerleşimcilerin baskınlarına tahsis edilmesidir. Bunu takiben diğer ihlaller ise; diğer kapıların da işgal edilip girişlerine Aksa’ya gelenlerin kimliklerinin kontrol edilmesi için kontrol noktaları kurulması olmuştur. Bu durum da kısıtlamaları ve tutuklamaları da beraberinde getirmiştir. Bu tarz yaptırımlar son yıllarda daha da artmış, Aksa çalışanlarının Aksa’ya girebilmesi bile artık işgal polisinin izni ile gerçekleşmektedir. Kaldı ki Aksa’ya girilmesi hususunda özellikle de gerilimin yüksek olduğu zamanlarda birçok yasaklamaya ya da Aksa’dan uzaklaştırılmalara tanık olmaktayız. Vakıfların rolünü ve yetkisini baltalamak ve işgal polisinin kontrolü elinde tuttuğu gerçeğini dayatmak amacıyla kapıların güvenliğini elinde tutma ve Aksa’ya kimin girip çıkabileceğine karar verme gibi yaptırımlar İsrail siyasetinin bir parçası haline gelmiş durumdadır.

Kapıların açılması hususundaki yetkinin işgal polisi tarafından ele geçirilmesinin ardından, işgal devleti bu kez de vesayeti ele geçirmek ve onların yetkilerini baltalamak için Aksa muhafızlarına ve çalışanlarına saldırmaktadır. Kaldı ki muhafızlar ve çalışanlar son yıllarda Mescid-i Aksa’ya yapılan saldırılara karşı durmalarının engellenmesi ve rollerinin sınırlandırılması için arka arkaya yapılan saldırılara maruz kalmışlarıdır.

İşgal devleti, Aksa muhafızlarını ani bir şekilde bastırma yoluna girmemiş; aksine Aksa’daki görevlerini ve sorumluluklarını aşamalı bir şekilde sınırlandırmıştır. Böylelikle şu andaki mevcut durum ortaya çıkmıştır. Daha öncesinde muhafızların işgal polisine karşı bir “dokunulmazlıkları” vardı hatta baskınları, herhangi bir saldırı ya da açıkça yapılan Yahudi ritüellerini engellemeye çalışıyorlardı. Ancak zaman içerisinde bu “dokunulmazlık” olgusu etkisini kaybederek tamamen sona ermiştir.

Hemen akabinde yerleşimcilere 200 metreden daha fazla yaklaşmaları engellenmiştir. Son uygulama olarak da yerleşimci gruplara herhangi bir şekilde yaklaşmaları yasaklanarak baskınlar, muhafızların varlığını tamamen yok sayarak yapılmaya başlanmıştır. Bununla eş zamanlı olarak işgal kuvvetlerinin yaptırımları, muhafızları defalarca tutuklama, darp etme, tehdit etme, 6 aya kadar uzaklaştırma kararı çıkarma ve en sonunda da evlerinin yıkılması kararına kadar giderek ciddi boyuta ulaşmıştır.

Saldırıların dışında, işgal devleti muhafızların sayı ve kimlikleri hususunda da söz sahibi. Ancak muhafızlar, personel sayısının az olmasından çok muzdariplerdir. Buna rağmen işgal devleti makamları, İslami Vakıflar Daire’sinin yeni muhafızlarla kadroyu genişletmesine izin vermemiştir. Muhafızların sayıları hususundaki veriler yeterli olmasa da 2021 yılının sonunda ortaya çıkan verilere göre işgal devletinin Kudüs’teki muhafız sayısının artırılmasına engel olduğunu ve o dönemde yapılan sayıma göre muhafızların sayısının 160 olduğu ortaya çıkmıştır.[4] Bu sayı ise Mescid-i Aksa’nın avlusunun büyüklüğü ve saldırı tehlikesi göz önüne alındığında oldukça yetersizdir. Vakıfların kaynaklarına göre ise işgal devleti yeni muhafız alımlarını yasaklamaktadır. Yeni bir alım olacağı zaman personeller saldırılara maruz kalmakta, görevlerine başlamak için Aksa’ya girmelerine engel olunmaktadır. Bu saldırılarda özellikle de Kasım 2021’de 15 muhafızın işe alımı yapılacağı sırada işgal devleti görevlerine başlamalarına engel olmuştur. Bununla da kalmayıp kimliklerine de el atarak işgal politikalarına engel olabileceği düşünülen ya da mücadele geçmişi olan kişilerin işe alımlarını engellemektedir.

İşgalci her ne kadar bu adımları uzun yıllara yayılan bir süreçte uygulamış olsa da Ürdün’ün resmî tepkisi bu tehlikelerin düzeyine yaraşır şekilde olmamıştır. Bu adımlara karşı verilen cevaplar çok kısıtlı siyasi bir düzeyde kalmıştır. Dışarıya yansıyan tepki ise kınama ve uyarının ötesine geçememiştir. Dahası ne siyasi ne kanuni ne de saha düzeyinde herhangi bir yansıması olmuştur…

Geri Kalan Direnç Kırıntısının Da Yok Olması!

2019 yılı Aksa’ya yapılan saldırılar açısından dönüm noktası bir yıl olmuştur. İlk yansıması ise, Yahudi bayramlarında -Müslümanların bayramlarıyla çakışsa dahi- artan baskınlardır. Bu baskınların siyasi boyuttaki tehlikesinin büyüklüğü ve onu takip eden Yahudi ritüellerinin Aksa’da açık bir şekilde yapılmasının artması tehlikesi artık tamamen kanıtlanmış olmasına rağmen İslami Vakıflar Dairesi’nin yaptırımları yersiz ve uzun vadede olumsuz etkilere sebep olmuştur.

Temmuz 2020’de ise Kudüs’teki İslami Vakıflar Genel Müdürü Azam El-Hatip genel bir bildirge yayınlamış, bu bildiride Kudüs’teki vakıflarla, özel olarak da Kudüs ile ilgili herhangi bir haber yayınlanmasını yasaklamış yalnızca kendisinin izni ile hareket edilmesini duyurmuştur. Bu kararının sebebini ne olduğuyla ilgili bir açıklama yapmamasıyla birlikte bu kararın yansımaları günümüzde halen daha devam etmektedir. Bu kararla Aksa’ya karşı yapılan ihlallere karşı yalnızca vakıfların sesi ve onu temsil eden taraflar duyulmaz olmakla kalmayıp Aksa’ya yapılan saldırılar yalnızca izlenmekle yetinilmeye başlanmıştır. Örneğin vakıflar artık baskıncıların sayılarına dair günlük veri paylaşımını bırakmıştır. Artık bu bağlamda esas alınan kaynaklar ilgili bazı kişiler ve Kudüslü medya platformları haline gelmiştir. Ancak bu kaynaklar da özellikle de büyük baskınlar zamanında Aksa’da olup bitenlerden haberdar olamamaktadır.

Murabıtların şahit olduğu durumlar ve Kudüslü haber platformlarının aktardıklarıyla yerleşimcilerin ihlalleri hakkında daha fazla bilgiye sahip olunmuştur. O dönemde uygulanan suskunlaştırma (tutuklama veya bastırma) politikası, işgal devletinin Mescid-i Aksa’daki suçlarının üzerini örtmesine hizmet etmiştir. Bu politikalardan bazıları şunlardır: Vakıf personelinin kısıtlanması, Aksa’da yaşananlarla ilgili önem arz eden bilgilerin gizlenmesi, muhafızların sayıları, Aksa’nın restorasyonu ve daha fazlası.

 

Geri Atılan Adımlar

Şunu açıkça söyleyebiliriz ki Ürdün’ün mukaddesat üzerindeki vesayeti kritik bir dönemden geçmektedir. Bu vesayet, yerleşimcilerin öncülüğündeki Siyonist kirli emellerle karşı karşıya kalmaktadır. Yalnızca hükümette yahut da parlamentoda değil aynı zamanda Siyonist varlığın tümünde özellikle de güvenlik alanında buna maruz kalmaktadır. Buna ek olarak, Ürdün’ün vesayetinin etkisini neredeyse tamamen yitirmesi, işgalin de bunu kanıtlar nitelikteki tutumu ve Aksa’daki “Yahudi Haklılığı” vurgusunu açık bir şekilde görmekteyiz. Bu gerileme kendini üç temel alanda göstermektedir.

  1. Ürdün makamları işgal devletinin ve Yahudi kolların Aksa’da devamlı olarak düzenledikleri baskınlar karşısında zayıflık göstermesi ve bu saldırılara karşı etkili herhangi bir tepki almaması. Buna ek olarak, Ürdün’ün bu hedef doğrultusunda sahadan gelen herhangi bir dosyayı kullanmaması. Bu dosyalardan en belirgin olanı ise: katilin İsrail’e dönerek Netanyahu tarafından gayet samimi ve sıcak bir şekilde karşılanmasıyla biten Temmuz 2017’de iki Ürdünlü çalışanın Amman’daki İsrail konsolosluğunda öldürülmesi olayı. “Elektronik kapıların kurulmasından vazgeçilmesinin o dönemde Ürdün ile yapılan bir anlaşma çerçevesinde gerçekleştiğine dair işaretler olmasına rağmen dakik veriler işgal devletinin bu yaptırımdan halkın baskısı sonucu geri adım attığını göstermişti. O dönemdeki tartışmalardan bağımsız olarak, normalleşme anlaşmalarının ve diğer anlaşmaların sürdürülmesi, Gazze’ye destek için işgal altındaki toprakların sınırına yönelen halk hareketlerini bastıran Ürdün’ün güvenlik tepkisi ve Mescid-i Aksa’ya yönelik benzeri görülmemiş düzeydeki saldırganlığın artması; tüm bunlar, Aksa’ya yönelik saldırılar karşısında verilen tepkilerin tehlikeli bir şekilde zayıfladığını ortaya koymaktadır.
  2. Ürdün, Amerika gözetiminde işgal devleti ve Ürdün arasındaki anlaşmalar aracılığıyla bu etkisiz ve zayıf kaldığı durumlardan kurtulmaya çalışmıştır. Bu çabası ise, Aksa’da yaşananlar ile ilgili alınan karar mekanizmalarının yönünü değiştirdiğini gözler önüne sermiştir. Bunun en bariz örneği ise 24 Ekim’de o dönemde Aksa’ya yapılan saldırılara karşı bir tepki mahiyetindeki Mescid-i Aksa’nın içine yerleştirilen kameralar aracılığıyla canlı yayın yapılması olmuştur. Kaldı ki zaten planlanan proje halk düzeyinde başarısız olduğu için Ürdün’ün bunu ilan etmekten başka bir çaresi kalmamıştı. Bu durum ise işgal devletini caydırma adına net ve kararlı adımlar atılmaksızın onunla aynı safta yer aldıklarını kanıtlar niteliktedir.
  3. Üçüncü alana gelecek olursak, yukarıda da bahsettiğimiz Aksa muhafızı ve sorumlularının hedef alınarak vakıfların yetkisinin hiçe sayılması ve Aksa’nın kapıları ve çevresi ile ilgili yeni bir statükonun kabul ettirilmesi girişimidir. Bu yaptırımlar ise Aksa’ya giriş ve çıkışlardaki köklü değişiklikleri ve Müslüman kalabalıklar üzerinde kontrolü daha fazla dayatmayı hedef almaktadır. Bu uygulama ise yalnızca namaz kılanlar ya da Aksa çalışanlarına özel değil aynı zamanda 2023 yılının başında Ürdün büyükelçisinin Aksa’ya girişinin engellendiği sırada Ürdün resmi taraflarını da hedef almıştır. Ziyaretin önceden koordine edilmemesi bahanesiyle kriz o dönemde her ne kadar çözülmeye çalışılmış olsa da bu durum İsrail’in vesayeti açıkça küçümsediğini, büyükelçi ve temsil ettiği makamı ciddiye almadıklarını gözler önüne sermektedir.

 

Harekete Geçmek İçin Hala Bir Fırsat Var Mı?

İşgal devletindeki sağcı kanadının yükselip İsrail hükümeti ve parlamentosunda “tapınak” söylemlerinin tırmanması ve son yıllarda Aksa’ya saldırıların yoğunlaşması doğal olarak Ürdün vesayeti meselesine de yansımıştır. Bu anlamdaki gerilemenin devam etmesine karşın Ürdün ve Filistinliler, Ürdün’ün işgale ve işgal devletinin planlarına karşı çok daha güçlü bir duruş sergilemesini talep etmekteler. Resmi tepkilerin diplomatik düzeyde yetersiz kalmasının yanı sıra Ürdün, işgalle normalleşme anlaşmaları gibi diğer anlaşmaların feshedilmesini defalarca talep eden Ürdün halkının söylemleri doğrultusunda farklı mekanizmaları etkinleştirerek bu anlamda bir tepki ortaya koyabilir.

Siyasi ve stratejik öneminden dolayı halkın vesayet meselesine sıkı sıkıya bağlı olması konusuna gelecek olursak, Ürdün’ün kısa vadede bundan vazgeçmesi mümkün görünmüyor. Ancak aynı zamanda Ürdün’den beklenen vesayete sahip çıkıp onu savunarak işgal devletinin meydandaki nüfuzuna izin vermeden meydanı korumaktır. Tam da bu noktada herkesin özellikle de araştırmacı ve bu alana ilgi duyan kimselerin Ürdün’ü çok daha net ve kararlı bir duruş sergilemeye ve işgal devletinin ihlallerine karşı etkin bir mücadele vermeye itmek adına baskı ve kampanya yürütmeleri konusunda rolü çok daha büyüktür. Ürdün lehine acil ve etkin bir Arap rolünün varlığı, vesayetin sürdürülmesi yönünde bir destek cephesi teşkil ederek, Ürdün’ü, özellikle işgalciyle iş birliği geçmişi bulunan bazı devletlerin vesayet paylaşımı ve Kudüs ile Aksa sahnesine müdahale girişimlerine karşı, daha bağımsız ve etkin bir tutum benimsemeye sevk edebilir.

 

Bu yazı Kudüs Araştırmaları Uzmanı Ali İbrahim tarafından yazılmıştır, çevirisi Kudüs’te Bugün ekibine aittir.

 

 

[1] Bu ifade, 1924 ile 1952 yılları arasında Haşimilerin Mescid-i Aksâ’yı imar etmesine atıfta bulunmaktadır. 1922 yılında, Yüksek İslami Konsey’in kurulmasının ardından, Kubbetü’s-Sahra’nın onarımı için bağışlar toplanmıştır. O dönemde konseyden bir heyet, Hüseyin bin Ali’yi ziyaret ederek ona mescidin durumuna dair bir sunum yapmış, Hüseyin de bunun üzerine 38.000 altın lira bağışlamıştır. Bu imar sürecini, 1948 yılında Nekbe (Büyük Felaket) Savaşı sırasında mescide verilen zararın ardından gerçekleştirilen başka bir imar faaliyeti takip etmiştir.

[2] Kubbetü’s-Sahra’nın onarımı çerçevesinde ve Hüseyin bin Ali’nin yaptığı katkılar bağlamında, Kudüs’teki Yüksek İslami Konsey Başkanı Hac Emin el-Hüseyni, 1924 yılında Konsey ve Mescid-i Aksâ’yı İmar Komitesi adına Emir Abdullah bin el-Hüseyin’e bir mektup gönderdi. Bu mektubunda, imar sürecinin Şerif Hüseyin bin Ali’nin himayesinde gerçekleşmesi şartıyla, yeniden imarın denetimini üstlenmesini talep etti. Nitekim bu talep o dönemde hayata geçirildi.

Tarihî kaynaklara göre, 1917 yılında Mescid-i Aksâ minberinden Şerif Hüseyin bin Ali, Müslümanların halifesi olarak anılmıştır. Bu durum, Osmanlılardan Haşimilere vesayet geçişi olarak değerlendirilmiştir. 1919 yılında ise Kudüs halkı, Hüseyin bin Ali’ye biat ederek onu şehrin ve kutsal mekânların hamisi ilan etmiştir.

[3] Anlaşmanın ön sözünde, “Haşimi Krallığı olan Ürdün’ün kutsal mekânlara yönelik sürekli himayesinin, onu İslami mukaddesatı savunma ve Mescid-i Aksa’yı koruma konusunda en yetkin taraf kıldığına” işaret edilmiştir. Anlaşmanın ikinci maddesinin birinci bendinde ise, Kudüs’teki kutsal yerler üzerindeki Ürdün vesayetinin; Kudüs’teki kutsal mekânların dini statüsüne saygı gösterilmesini sağlamak, bu statüyü korumak, İslami kimliğini teyit etmek, tarihî, kültürel ve mimarî önemine ve fiziksel varlığına saygı göstermek amacı taşıdığı belirtilmiştir. Bu kapsamda, kutsal mekânlarla ilgili çıkarların ve meselelerin uluslararası platformlarda ve ilgili kuruluşlarda takip edilmesi, Kudüs’teki vakıf kurumunun ve mallarının gözetimi, yönetimi ve Ürdün Haşimi Krallığı’nın yasalarına uygun şekilde idaresi de anlaşma çerçevesinde yer almaktadır.

[4] Diğer kaynaklar muhafız sayısının 256 olduğunu aktarmıştır.