11 Mart 2024 (Hicri 1445, Ramazan ayının üçüncü günü) akşam namazında, işgal kuvvetleri silahlarla donatılmış polis devriyelerini Mescid-i Aksa’da namaz kılanların başına dikti ve tıpkı 1967’de Mescid-i Aksa’yı işgal ettiğinde yaptığı gibi bu durumu bir rutin haline getirdi.
İşgalci oluşum, yıllar içinde Mescid-i Aksa’da namaz kılanların başındaki asker ve polis varlığını adım adım artırdı. Bu süreç, 1982 yılında Kubbetü’s-Sahra avlusundaki Canpolatiyye Halveti’nde bir polis karakolu açılmasıyla tırmanış gösterdi. Ardından, 21 Ağustos 2003’ten itibaren Aksa’ya baskın düzenleyen silahlı kişilerin eşlik ettiği askerlerin devriyeleriyle devam etti. Aynı şekilde 2021 yılının mayıs ayı boyunca olduğu gibi, ibadet edenleri ve itikafa girenleri Aksa’dan çıkarmak için güç kullanıldı. 15 Nisan 2022 sabahında, Aksa’nın işgal edildiği 1967’den bu yana en şiddetli saldırılardan biri yaşandı.
İşte işgalci güç, bu şekilde yıllardır her gün Mescid-i Aksa’yı kontrol altına almaya ve egemenliğini dayatmaya çalışıyor. İslami mercilerin uzun yıllar boyunca savunduğu “süngülerin gölgesinde namaz kılınmaz” denklemini kırmaya uğraşıyor. Peki, işgal polisinin varlığı Aksa’nın gerçekliğini nasıl değiştiriyor? Aksa üzerindeki egemenliğimizi yeniden kazanmaya yönelik ilk girişimler nelerdi? Bu mücadelede hangi aşamalardan geçtik, neleri kazandık ve kaybettik? Süngülerin gölgesinde namaz kılmaya karşı direnmek hâlâ mümkün mü?
İlk tutum: Süngülerin gölgesinde namaz kılmayacağız
5 Haziran 1967 Pazartesi günü savaş patlak verdi. İki gün sonra, İsrail işgal güçleri Mescid-i Aksa’ya girdi ve askerleri telsizlerden şu anonsu geçti: “Tapınak Tepesi artık bizim elimizde.” O anlar, Mescid-i Aksa’da hala devam etmekte olan karanlık bir dönemin başlangıcıydı.
Aksa, günlerce işgal askerlerinin kontrolü altındaydı. İşgalci güçler, hem Mescid-i Aksa’da hem de Burak Duvarı önünde şofar üfleyerek bu alanlar üzerindeki egemenliklerini ilan etti. Bu süreç, günümüzde Bezalel Smotrich ve Itamar Ben-Gvir’in temsil ettiği dini Siyonizm akımının fikir babalarından dönemin İşgal Ordusu Hahamı Shlomo Goren’in öncülüğünde gerçekleşti. Bu süreçten sonra Siyonist siyasi liderlik, Kudüs’ü ilhak etme ve üzerindeki hakimiyetini pekiştirme yönünde yeni politikalarını çizmeye başladı
Diğer tarafta ise, Kudüs’ün en üst düzey İslami otoritesi sayılan el-Ezher mezunu ve dönemin Şeri İstinaf Mahkemesi Başkanı Şeyh Abdulhamid es-Saih, haftanın üç günü (pazartesiden çarşambaya) Amman’da, geri kalan günlerde ise Kudüs’te çalışmalarını sürdürüyordu. Burada Cuma namazı hutbesine katılıyor veya hutbe veriyordu. Savaş patlak verdiğinde, Amman’daki mahkemede bulunuyordu. Haberi alır almaz hemen Kudüs’e dönmeye karar verdi ve yanında meslektaşı Kadı Şeyh Hilmi el-Muhtesib ile yola çıktı. Ancak Kudüs’e ulaşamadılar. Çünkü Kudüs’ün doğusunda kalan el-Ayzariye’de Ürdün ordusuna ait bir kontrol noktasında takıldılar ve askerler onlara yolların kesildiğini, dönmelerinin daha güvenli olacağını söyledi. Bunun üzerine, Saih ve Muhtesib Eriha’ya geri döndü ve burada birkaç gün kaldılar. Bu sırada, Kudüs’teki evlerinden zorla çıkarılan Seih aile fertleri de yanlarına geldi.
15 Haziran 1967 Perşembe sabahı, yeni kurulan Kudüs merkezli Batı Şeria İsrail Askeri Yönetimi’nden bir heyet, Şeyh Saih ve ailesinin kaldığı Eriha’daki Kasr Hişam Oteli’ne geldi. Heyette, Kudüs Vakıflar Müdürü Şeyh Hasan Tahbub ve İsrail Radyosu’nun Arapça bölümünde dini programlar sunan Nasıralı gazeteci Nureddin Abdulkadir ed-Derini (Ebu Cerir) de bulunuyordu. Derini, görüşmelerde tercümanlık yapacaktı. Heyetteki yetkililer, işgal yönetiminin Saih ile görüşmek istediğini kendisine bildirdi. Ancak Saih, Kudüs’e yalnız gitmeyi reddetti ve ailesinin de onunla dönmesini şart koştu. İsrail yönetimi bu talebi kabul etti. Saih toplantıya katılmak üzere ailesiyle birlikte Kudüs’e doğru yola çıktı.
Bundan birkaç gün önce işgal kuvvetleri, Şeyh Cerrah Mahallesi’ndeki Ambassador Oteli’ni ele geçirerek, beş katlı oteli Batı Şeria İsrail Askeri Yönetimi’nin merkezine dönüştürmüştü. Batı Şeria İsrail Askeri Yönetimi’nin ilk yöneticisi, emekli General Haim Herzog idi. Herzog, daha sonra İsrail’in savaş bakanı ve ardından cumhurbaşkanı oldu. Oğlu Yitzhak Herzog ise, Aksa Tufanı savaşının devam ettiği şu sıralarda İsrail’in mevcut cumhurbaşkanlığı görevini yürütmekte.
Askeri Yönetici Herzog ile toplantı yapmadan önce Şeyh Abdulhamid es-Saih, Kudüs’ün önde gelen şeyhleri ve kadılarından mümkün olduğunca çok kişinin kendisiyle birlikte toplantıya katılmasını şart koştu. Bu toplantıya, İstinaf Mahkemesi Kadısı Şeyh Hilmi el-Muhtesib, dönemin Kudüs Müftüsü Şeyh Sadeddin el-Alami, Şeri Mahkeme Kadısı Şeyh Said Sabri (Kudüs’ün eski müftüsü ve günümüz Kudüs Yüksek İslam Heyeti Başkanı Şeyh İkrime Sabri’nin babası) ve dönemin Kudüs Vakıflar Müdürü Şeyh Hasan Tahbub katıldı.
Uzun bir görüşmenin ardından Haim Herzog, Mescid-i Aksa’da yeniden Cuma namazı kılınmasını istedi. Bu, o dönemde işgalci liderliğin sömürgeci çıkarları doğrultusunda yerine getirilmesi gereken acil bir ihtiyaçtı. Zira İsrail’in Kudüs üzerindeki hegemonyasının uluslararası alanda tanınmaya ihtiyacı vardı ya da en azından tepkilerin yumuşatılması gerekiyordu. Bu doğrultuda işgalci oluşum, Mescid-i Aksa ve Kıyamet Kilisesi’nde ibadetlerin devam etmesini sağlayarak, Kudüs’te üç dinin özgürce ibadet edebildiği algısını oluşturmaya çalışıyordu
Gelgelelim Şeyh Abdulhamid es-Saih, bu teklife karşı çıkarak “Bizim inancımıza göre süngülerin gölgesinde namaz kılmak caiz değildir. Askerleriniz Harem’in içinde olduğu sürece insanları namaza çağırmayacağım” dedi. Saih, bu kararlı duruşunu toplantının sonuna kadar sürdürdü ve bu şekilde görüşmeden ayrıldı. Bunun üzerine, işgal yönetimi daha sonra kendisiyle yeniden iletişime geçti ve tüm askerlerinin Mescid-i Aksa’nın içinden çekileceğini ve yalnızca kapılarında konuşlanacaklarını bildirdi. Bunun ardından, Saih bir sonraki Cuma namazının kılınması için çağrı yapılmasını emretti. Böylece, 16 Haziran 1967’de, işgalin ardından Mescid-i Aksa’da kılınan ilk toplu Cuma namazı gerçekleşti. Bu tarihi an, işgal günlerine tanıklık eden pek çok kişinin zihninden hala silinmiş değil.
İşgal yönetimi, sonraki haftalarda Mescid-i Aksa’yı tamamen kontrolü altına almak için çeşitli girişimlerde bulundu. Buna karşılık, Şeyh Abdulhamid es-Saih, Mescid-i Aksa, vakıflar, şeriat mahkemeleri ve diğer İslami kurumlar üzerinde bağımsız İslami otoriteyi tesis etmek üzere kadılar, müftüler ve Kudüs’ün ileri gelenleriyle birlikte Kudüs Yüksek İslam Heyeti’ni kurdu. İsrail, bu heyetin, daha önce direniş ve devrime liderlik eden ve Şeyh Hacı Emin el-Hüseyni’nin başkanlığını yaptığı Yüksek İslam Meclisi’nin yeni bir versiyonuna dönüşmesinden endişe duydu. Sonuç olarak, işgal yönetimi, Mescid-i Aksa’yı İsrail Din İşleri Bakanlığı’na bağlama planından geri adım attı ve Aksa üzerindeki mutlak yetkinin İslami otoritelere ait olduğu kabul edildi.
Bunun bedeli olarak, Şeyh Abdulhamid es-Saih 25 Eylül 1967’de Kudüs’ten sürgün edildi. Ancak Ürdün bu fırsatı hemen değerlendirerek kendisini, 7 Ekim 1967’de Başbakan Behçet et-Telhuni’nin kurduğu Ürdün hükümetinde Vakıflar Bakanı olarak atadı. Bu adım, Ürdün hükümeti ile Kudüs Vakıfları arasında doğrudan bağların kurulmasının önünü açtı. Böylece Kudüs Vakıflarının çatı kuruluşu olan Yüksek İslam Heyeti’nin sınır dışı edilen başkanı Ürdün hükümetinde Vakıflar Bakanı olmuştu.
Şeyh Abdulhamid es-Saih, Ürdün hükümetinde çeşitli görevlerde bulunmak ve yaklaşık dokuz yıl boyunca Filistin Ulusal Konseyi Başkanlığı yapmak gibi hayatında pek çok önemli aşamadan geçmesine rağmen, anılarını yayınlarken kitabına “Filistin: Süngülerin Gölgesinde Namaz Kılınmaz” ismini verdi. Çünkü işgalin ardından Mescid-i Aksa’nın İslami kimliğini koruma mücadelesini hayatının en önemli dönüm noktası olarak görüyordu
Copların gölgesinde namaz
İşgal güçleri, işgalin hemen ardından oluşan bu dengeden memnun değildi. Özellikle de 27 Haziran 1967’de alınan Kudüs’ü ilhak kararını uygulamak amacıyla Mescid-i Aksa’yı İsrail Din İşleri Bakanlığı’nın yetkisine verme girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması, işgal yönetimini rahatsız etti. Zira bu şekilde işgal yönetiminin Yüksek İslam Heyeti karşısında eli kolu bağlı kalmıştı. Heyetin kamuoyu ve resmi düzeyde geniş bir destek alması Mescid-i Aksa’nın kimliği ile ilgili erken bir çatışmanın habercisiydi. Bu nedenle, işgal yönetimi geri adım atmak zorunda kaldı ve 28 Temmuz 1967’de, Aksa’yı İsrail Din İşleri Bakanlığı’na bağlama kararından vazgeçerek, yetkiyi tekrar askeri yönetime devretti. Böylece, sadece bir ay önce alınan ilhak kararına aykırı olarak Mescid-i Aksa’nın işgal altındaki bir mescit olduğu fiilen kabul edilmiş oldu. Aynı zamanda, Yüksek İslam Heyeti’nin Mescid-i Aksa’nın yönetiminde tek yetkili organ olduğu da resmen tanınmış oldu. Bu gelişme, heyetin başkanının Ürdün Vakıflar Bakanı olarak atanmasından sonra Ürdün Vakıfları’nın Kudüs’teki varlığının yeniden tesis edilmesinin yolunu açtı.
İşgal yönetimi, Mescid-i Aksa’nın statükosunu değiştirmek ve buradaki kontrolünü artırmak amacıyla, farklı dönemlerde çeşitli hamlelerde bulundu. Örneğin Tenkiziyye Medresesi’nin çatısını ele geçirdi. 1969 yılında Meğaribe kapısına bitişik olan Fahriyye Zaviyesi’ni tahrip etti. 1982 yılında Canpolatiyye Halveti’nin içinde bir polis merkezi açtı. Canpolatiyye Halveti, daha önce Mescid-i Aksa’daki vakıflara bağlı muhafızların yönetim merkeziydi. Ancak 11 Nisan 1982’de Alan Goodman isimli İsrailli bir asker, Kubbetü’s-Sahra’da namaz kılan cemaate ateş açarak 2 kişiyi öldürüp 44 kişiyi yaraladı. Bu katliamdan sonra, İsrail yönetimi, Aksa’daki polis merkezinin “cemaatin güvenliğini sağlamak amacıyla” açıldığını iddia etti. Bu olaydan sonra, Mescid-i Aksa içinde daimi bir İsrail polis varlığı tesis edilmiş oldu. Ancak Filistinli direnişçiler, bu polis merkezini iki kez ateşe verdi. Biri Ramazan’ın son on gününe denk gelen 25 Temmuz 2014’te Gazze Savaşı sırasında, diğeri 12 Mart 2019’da Babu’r Rahme Direnişi sırasında yaşandı.
Mescid-i Aksa’daki işgal polisinin varlığı, 21 Ağustos 2003’te baskın kapısının fiilen açılmasıyla güçlendi ve işgal polisinin misyonu, camiye baskın düzenleyen yerleşimcileri korumak olarak değişti. O tarihe kadar, Yahudilerin Mescid-i Aksa’ya girişi ancak İsrail İç Güvenlik Bakanlığı’nın özel izniyle mümkündü. Ancak bu düzenleme kaldırıldı ve “Tapınak Tepesi Polis Gücü” adlı özel bir birlik kuruldu. Bu birlik, zamanla tam teşekküllü bir askeri birlik haline geldi. 2018 itibarıyla İsrail polisi, kendisini “Tapınak Tepesi Yönetimi” olarak tanımlamaya başladı ve her yıl eylül-ekim aylarına denk gelen uzun Yahudi bayramları sırasında Mescid-i Aksa’ya baskın düzenleyen Yahudi grupları için karşılama tabelaları astı
İşgal yönetimi, Temmuz 2018’de yeni bir hamle yaparak, 15 yıldır kapalı olan Babu’r Rahme Mescidi’nin ilhakının göstergesi olarak çatısına İsrail Sınır Polisi’ni yerleştirdi. Ancak bu durum Şubat 2019’da Babu’r Rahme olaylarının patlak vermesine zemin hazırladı. Ramazan ayına denk gelen 23 Nisan 2022’de murabıtlar, Babu’r Rahme Mescidi’nin çatısına yerleştirilen İsrail polis noktasını sökerek doğrudan Doğu Suru’nun üzerinden Bab’ur Rahme Mezarlığı’na fırlattılar.
2021 yılında Kudüs Kılıcı Savaşı ve 11 Mayıs 2021’de (28 Ramazan 1442) yerleşimcilerin Mescid-i Aksa’ya yönelik baskın girişiminin başarısız olması sonrasında, işgal polisi Mağaribe Kapısının iç tarafında yoğun bir şekilde konuşlanmaya başladı. Filistinlilerin kapıya yaklaşmasını engelleyerek, her an saldırıya geçmeye hazır bir pozisyondaydı. Bu durum, 15 Nisan 2022’de, Ramazan’ın ilk Cuma sabahında Mescid-i Aksa’daki cemaate yönelik tarihin en ağır saldırılarından biri ile daha da belirginleşti. Ardından işgal kuvvetleri, 4 Nisan 2023’te Aksa’da itikafa girenlere saldırarak bölgesel bir savaşı tetikleyen bir başka saldırıya imza attı. Bu olaydan bir süre sonra da Aksa Tufanı savaşı başladı.
Yukarıda sayılan tüm saldırılarda, işgal polisi Mescid-i Aksa içinde ya geçici olarak varlık gösterdi ya da kalıcı bir mevzi oluşturup zamanla buradaki hakimiyetini artırmak üzere “süngülerin gölgesinde namaz kılınmaz” denklemini kırmaya çalıştı. Ancak bu politikadaki en tehlikeli dönemeç, 13 Mart 2024 (3 Ramazan 1445) Çarşamba günü yaşandı. Bu tarihte, işgal güçleri yatsı namazı sırasında ağır silahlı devriyeler göndermeye başladı ve bunu yılın büyük bir bölümünde tekrarlanan rutin bir uygulamaya dönüştürdü. 2025 Ramazan’ında ise bu devriyeler, Cuma ve teravih namazlarında sekizden fazla noktada konuşlandırılarak sıkılaştırıldı. Böylece silahlı işgal polisleri, cemaatin rükû ve secdedeyken tepelerinden ayrılmamaya başladı. Bu durum, “süngülerin gölgesinde namaz kılınmaz” denklemi ile taban tabana zıtlık oluşturuyordu
Denklemi geri kazanmak mümkün
Tarihsel gerçeklikler unutulsa bile, bu denkleme ilişkin bilinç hiçbir zaman kaybolmadı. Örneğin 2017’deki Esbât Kapısı Direnişi’nin kıvılcımını yakan bu bilinçti. O zaman halk, “Eğer namaz, işgalin metal dedektörlerinden geçmeyi gerektiriyorsa, biz de bu dedektörler kaldırılana kadar Aksa kapılarının önünde namaz kılacağız!” diyerek tepki gösterdi. Dedektörler gerçekten kaldırılıncaya kadar hiç kimse işgale boyun eğmedi. Böylece, “süngülerin gölgesinde namaz kılınmaz” denklemi bir kez daha teyit edildi ve Şeyh Saih’in fetvası Kudüs ve Filistin evlatlarının elleriyle, 50 yıl sonra yeniden hayata geçirildi.
İşgal, onlarca yıl bu denklemi kırmak için çeşitli yöntemler denedi. Ancak Filistin halkı da çeşitli şekillerde buna direndi. Mescid-i Aksa’nın avlusundaki işgal polis merkezi iki kez ateşe verildi. 2019 Babu’r Rahme Direnişi ile bu yerin işgal tarafından bölünmesi engellendi. 2022’de Babu’r Rahme’nin çatısına yerleştirilen polis noktası kaldırıldı. İşgal polisinin devamlı yaptığı saldırı girişimlerine karşı çatışmaya girildi
Şu anda işgal yönetimi soykırım savaşı bahanesiyle olağanüstü hâl ilan etmiş durumda. Bu şekilde mahkemeye veya savcılığa bile çıkarmadan tutuklamalar yapıyor ve idari gözaltı yetkilerini sınırsız hale getiriyor. Esirleri insanlık dışı koşullarda tek başına bırakarak onlara zulmediyor. Bu ortamda, Mescid-i Aksa içinde namaz esnasında işgal devriyelerinin konuşlandırılması, işgalin yeni bir denklem dayatma girişimidir. Bu yeni denklem, “İşgal, Mescid-i Aksa’yı istediği gibi yönetebilir ve hiçbir merci onu denetleyemez” anlayışını yerleştirmeye çalışıyor. Yani 1967’de Aksa işgali sırasında dayatamadığı şeyi şimdiki soykırım savaşında dayatmaya çalışıyor. Burada anlaşılması gereken şey, işgalin 1967’de tarihindeki en büyük askeri zaferi kazanmışken dayatamadığı bir şeyi, tarihindeki en büyük askeri yenilgiyi alırken dayatamayacak olmasıdır. Bunu telafi etmek için şimdiye kadarki en büyük suç kampanyasını yürütse bile, güç dengeleri onun bu dayatmayı gerçekleştirmesine izin vermez. İşgalin yürüttüğü soykırım ve suç kampanyası, onun direnişi kırmasını, esirlerini zorla geri almasını ve Filistinlileri tehcir etmesini nasıl sağlamadıysa, bu, Aksa için başlatılan savaşta Aksa’nın kaderini belirlemesini de sağlamayacaktır.
Bugün üzerimize düşen görev, süngülere karşı koyup namaz kılmaya devam ederek “süngülerin gölgesinde namaz kılınmaz” denklemini yeniden tesis etmektir. Bu denklem ile birlikte hem Kudüs ve Filistin düzeyinde, hem de İslam ümmeti, seçkinleri, âlimleri ve evlatları düzeyinde Mescid-i Aksa bilincimizi ve oradaki varlığımızı muhafaza etmek zorundayız. Zira bu denklemi kırmaya yönelik her girişim, çatışmadaki genel güç dengelerine ters geçici bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Şayet bugün mevcut durumun dayatılması için geçici bir alan tanınmış olsa bile, bizler bilinç, kararlılık ve idrakle denklemin yeniden kazanılmasını ortak bir hedef haline getirmeliyiz. Bu hedef, her şehre, her köye, her mülteci kampına, her mahalleye ve her sokağa; Mescid-i Aksa’nın kutsiyetine inanan her kalbe ve onun özgürleşeceği günü umut eden her akla ulaşmalıdır. Bu denklemin geri kazanılması mümkündür ve bu mücadele, özgürlük anı gelene kadar devam etmelidir. İşte o gün geldiğinde, namaz baki kalıp süngüler kırılacaktır.
Bu yazı Kudüs Araştırmaları Uzmanı Ziyad Ibhais tarafından Metras için kaleme alınmıştır, çevirisi Kudüs’te Bugün ekibine aittir.