Mübarek Mescid-i Aksa ile ilgili medyada ve muhtelif araştırma sahalarında, “statüko” kavramı ve statükonun başta Mescid-i Aksa olmak üzere Kudüs’te yer alan kutsal mekanlarda korunmasının gerekliliği sıkça gündeme getiriliyor. Fakat birçok insan bu kavramın ne anlama geldiğini, boyutlarını ve tehlikesini anlamıyor. Öyle ki bir kesim bu kavramın yalnızca medyatik veya siyasi bir kavram olduğunu ileri sürerek bir karşılığının olmadığını; bir kesim ise bu kavramı hafife alarak bunun bir kelime oyunundan başka bir şey ifade etmediğini düşünüyor. Üstelik Mescid-i Aksa’dan söz edilirken dikkate alınmaması da talep ediliyor.

Gerçek şu ki statüko kavramı Mübarek Mescid-i Aksa’nın hukuki değerlendirmesinde esas noktadır. Biz ne kadar konuşsak ve çabalasak da işgal devleti dünyadaki hukuki ve medya sınıflandırmasına önem vermeye devam edecektir. İşgal devletinin dünyadan istediği yardımların da esası aslında budur. Belki de bazıları hala işgal devletinin hukuki olarak Filistin’in bölünmesini kararlaştıran 1947 tarihli (181) sayılı Birleşmiş Milletler Taksim Kararı ile dünya nezdinde kabul gördüğünü bilmemekte. Dolayısıyla işgal devleti bu kararı kendisine meşruiyet kazandıran hukuki bir dayanak olarak görmektedir. Bu sebeple bu kavramın nasıl kullanıldığını ve nasıl uygulandığını anlamalıyız.

Statüko kavramı Latince’den alınmış kanun bir terimidir ve “bir durumun daha önceden olduğu gibi kalması” anlamına gelmektedir. Pratikte ise bu durum, bir bölge herhangi bir güç tarafından işgal edildiğinde, işgalci gücün, gelmeden önceki koşulları sürdürmesi gerektiği anlamına gelmektedir. Bu ilke işgal altındaki birçok ülkede uygulanmaktadır. Ancak bunların en önemlisi ve en tehlikelisi dini, tarihi ve arkeolojik öneme sahip yerlerdir.

Eğer bu kavramı Mübarek Mescid-i Aksa için uygulayacak olursak, işgal devletinin uluslararası hukuka göre Aksa’da Filistin topraklarını işgal etmeden önceki mevcut durumu koruması gerekmektedir. Yani 07.06.1967’de Mescid-i Aksa da dahil olmak üzere Kudüs’ün doğusunun işgalinden önceki tarihtir.

Tüm bunların hepsi işin teorik kısmı, bu teoriyi olması gerektiği gibi uygularsak, Mescid-i Aksa’nın işgal tarihinden önce Ürdün egemenliğinde ve Ürdün İslami Vakıflar Dairesi’nin yönetiminde olduğunu görürüz. Durum kanuni olarak böyleyken uygulamaya gelindiğinde hiçbir Gayrimüslümanın Mescid-i Aksa’ya ziyaret veya başka bir sebeple olsun girmeye hakkı yoktur. Diğer bir ifadeyle birinin Mescid-i Aksa’ya girmesine izin verme hakkı, yalnızca Ürdün İslami Vakıflarının elindeydi.

Statükonun bu bilimsel ve pratik tanımına ve uygulamalarına göre, işgal polisi, yerleşimciler ve hatta “ziyaretçi” ve “turist” dedikleri hiç kimsenin izinsiz Mescid-i Aksa’ya girme hakkı yoktur. Yalnızca İslami Vakıflar Dairesi’nin onayı ve özel düzenlemeleri ile mümkündür ki bu da ziyaretçilerin veya turistlerin Mescid-i Aksa’ya girme hakları olduğu anlamına gelmemektedir.

Ancak işgal makamları statükonun farklı bir tanımını yapıyor ki bu tanım tarihçilerinden birinin ortaya attığı tanıma dayanmaktadır. Nadav Shragai adında bu tarihçi Mescid-i Aksa’nın işgal edildiği yıl Savunma Bakanı olan Moşe Dayan’ın Mescid-i Aksa’ya girerek İslami yetkililerle görüştüğünü ve onlarla Müslümanların Mescid-i Aksa’da ibadet hakkının ve Yahudilerin ise sadece ziyaret hakkının olduğu konusunda anlaştığını iddia etti.

Buradan hareketle Yahudilerin Mescid-i Aksa’ya girme hakkı olduğu iddia edildi ve garip olan şu ki Shragai bunu iddia ettiğinde iddiasını Dayan’a eşlik eden bir “İsrail” askerinin ifadesine dayandırmasıydı. Komik olan şu ki o asker Arapça bile bilmiyordu!

Son derece tuhaf olan bu durum, açıkça gösteriyor ki işgal devleti yetkilileri bu hikayeyi uydurduğunda Mescid-i Aksa’da kendisine hak tanımak için ilk adımı atmak istemişti. Bu kelime oyunları, Ürdün ile işgal devleti arasında Vadi Araba Barış Anlaşması imzalanmış olsa bile hikayenin başlangıcıydı. Anlaşma, işgal devletinin Ürdün’ün Kudüs’teki “mukaddes yapılardaki” rolüne saygı duyduğunu içeriyordu. Bu ifade, Ürdün’ün rolüne olan saygıyı mekanlarla değil binalarla sınırlamıştı; bu nedenle Ürdün’ün sahip olduğu bu imtiyaz Mescid-i Aksa’nın tüm alanı için geçerli değildi. İşgal devletinin tanımına göre yalnızca Kubbet’üs Sahra ve Kıble Mescidi ile sınırlı olan kutsal yapılardı.

Aynı şekilde, işgal devleti 2015 yılında Kerry Anlaşmaları kapsamında, “Mescid-i Aksa’da “Müslümanların ibadet, Yahudilerin ziyaret hakkı vardır” ifadesiyle görüşüne ayrı bir zemin oluşturmaya çalıştı. Bu ise statüko kavramı ile alakalı o dönem içerisinde yapılmış en tehlikeli kelime oyunuydı. Bugün ise gerçek yüzü ile karşılaştığımız bu kavram, Yahudilerin mübarek Mescid-i Aksa’da ibadet hakkının olduğunu iddia ederek yeni bir statüko kavramı oluşturmaya çalışıyor!

Şüphesiz ki bu kavram Mescid-i Aksa’nın hukuki değerlendirilmesinde büyük önem arz etmektedir. Ancak bu kavramı kullanırken zihinlerde, akıllarda, çalışmalarda ve tartışmalarda düzeltmek gerekmektedir; çünkü bu kavram, mevcut durumun 1967 işgalinden önceki gibi kalması gerektiği anlamına gelmektedir. Şüphesiz böylece işgal devletinin kelime oyunlarının önünü geçebilir ve davamızı insanlığa dünyanın anlayacağı şekilde sunabiliriz. Peygamberimizin Miracını ve Aksa’mızı müdafaamızda kimsenin bize karşı ne hukuken ne de siyasi olarak bir iddiası olamaz. Ancak hakikat modern hukuk terimleriyle örtülemeyecek ya da kelime oyunları ile oynanamayacak kadar ayandır.