İsrail toplumunda gözlemlenen sürekli sağ eğilimle beraber son yıllarda, aşırı sağ akımının yükselişi dikkat çekici bir hadiseye dönüşmüştür. Özellikle Kudüs ve kutsal mekanları içeren önemli dosyalarda, işgal devleti İsrail’in iç siyasetinde yer alan bu cenahın gücü ve etkisi artmaya başlamıştır.

Bu sistem içerisinde radikal sağ gruplar, işgal devletinde işleri kontrol altına almayı ve İsrail siyasetini kendi çıkarları ve radikal dini kavramları doğrultusunda yönlendirmesini sağlayan yöntemlerini ortaya koymuştur. İsrail’deki radikal sağcı hareketlerin tarihine kısaca bakıldığında ise bu grupların bu topraklardaki soykırımı kutsal bir dini görev olarak gören aşırı dinci bir kanaldan beslendiği ortaya çıkmaktadır. Beklenen Mesih, üçüncü tapınak ve nasıl hareket edileceğine yönelik olan Armageddon savaşı gibi kavramları gelecekteki dini tasavvurun gerçekleşmesi için takip edilmesi gereken bir pusula olarak görmektedirler.

Nitekim bu bakış açısı özellikle Kudüs’teki radikal grupların tarihsel süreç içerisindeki davranışını yönlendirmiş ve Kudüs şehri bu gruplar tarafından dini ve ulusal projelerinin dayanak noktası olarak addedilmiştir. Dolayısıyla bu gruplar işgal devletinin ortaya çıktığı ilk andan itibaren Kudüs’ün ve kutsal mekanların statüsünü zorla değiştirmeye yönelik harekete geçmekte ve Filistin’deki soykırım girişimlerine ve Nekbe’nin arifesinde meydana gelen katliamlara aktif olarak katılmaktadır.

1967 savaşından ve Mescid-i Aksa’yı da içerisine alan Kudüs’ün doğusunun işgalinden sonra, işgal kuvvetlerinin Mescid-i Aksa’ya girdiği ilk andan itibaren Mescid-i Aksa ve Burak Duvarı’nda şofar üflemenmesi ve “Har Habit Bedino” (Tapınak Dağı Elimizde) sloganlarının atılması radikal dini literatürü ortaya çıkarmıştır. Ancak bu olaydan sonra seküler İsrail karar organlarının sahip olduğu siyasi görüş Mescid-i Aksa’nın hızla tamamen yıkılması ve Üçüncü Tapınağın inşasını ilk andan itibaren talep eden bu gruplardan uzaklaşmıştır. O zamanki İsrail siyaseti, elde edilen zaferin bir yenilgiye dönüşeceğinden korkarak sağcı grupların bu fanatik eğilimine karşı hareket etmiş ve bu tepkiyi resmi dini merciinin radikal eğilimlere karşı çıkmasıyla da desteklemiştir.

Kuşkusuz bu durum, radikal cenahın İsrail siyasetinde etkisinin genel olarak zayıflamasına ve takipçilerinin dini tasavvur ve tahayyüllerinin bireysel olarak sahada uygulamaya çalışmasına yol açtı. Özellikle 1990 yılında New York’ta suikast sonucu hayatını kaybeden “Kahane” hareketinin lideri radikal haham Meir Kahane’nin ortaya koyduğu ilkelere olan inançları ve bağlılıkları aşikardı.

Nitekim bu bağlılık, bu grupların Filistinlilere ve kutsallarına yönelik bireysel saldırılarda kendini gösterdi. Bu durum, mübarek Mescid-i Aksa’nın defalarca saldırıya uğramasına neden oldu. Kuşkusuz bu saldırıların ilki, radikal Joel Lerner liderliğindeki “Jal” (Kurtuluş) örgütünün, 1977’de Kubbet-üs Sahra’yı havaya uçurma operasyonun açığa çıkartılarak durdurulması değildi.

Bu saldırıyı, 1984’te gizli bir terör örgütünün içinde yer alan radikal Yehuda Etzion tarafından planlanan büyük ölçekli bir saldırı takip etmişti. Bu saldırının bir parçası olarak Kubbet-üs Sahra’yı havaya uçurmak ve Filistinlilere suikast düzenleyip çok sayıda sivili öldürmek için Kudüs’teki Filistinlileri taşıyan otobüslere patlayıcılar yerleştirmek planlanmıştı.

Bunun öncesinde ise 1982’de İsrailli Amerikan askeri Alan Goodman’ın Kubbet-üs-Sahra’ya yaptığı saldırı vardı. Bu grupların bireysel saldırıları, devletin kendilerini desteklememesi ile harekete geçerek doğrudan saldırgan bir tavır sergileme ve meselede ipleri kendi ellerine almayı isteme bağlamında anlaşılabilir.

Ancak İsrail’de sağın yükselişi ve Ariel Şaron’un iktidara gelmesiyle sağın yönetimi ele geçirmesi bu grupları, bir nevi lobi şeklinde çalışmaya sevk etmiş ve toplanmaya ikna etmişti. Böylelikle Likud’un başta geldiği sağ görüşe sahip parti içindeki nüfuzlarını arttırmaya başladılar. Nitekim bu geçmiş yıllarda onlara büyük güç kazandıran noktadır.

Bu radikal gruplar, Likud Partisi’nin merkezinde kayıtsız şartsız destekçiler elde etmekle kalmamış bazı üyelerinin Likud Partisi’ne ve aralarında Mescid-i Aksa’da kalıcı bir Yahudi varlığı oluşturmak için gece gündüz çalışan sözde Tapınak Örgütleri Birliği’ne katılan radikal grupların lideri Haham Yehuda Glick gibi kişilerin de bulunduğu isimlerin diğer dini partilere katılmasıyla farklı bir boyuta ulaşmıştır.

Üstelik nüfuzları, bu gruplara ve Haham Kahane’nin öğrencilerine Itamar ben Gvir’in liderliğinde “Yahudi Gücü” isimli partilerini kurmasına ve son İsrail seçimlerine katılan ve İsrail parlamentosunda (Knesset’inde) 7 koltuk kazanan “Dini Siyonizm” listesini oluşturmak için Betzalel Smotrich liderliğinde “Ulusal Birlik” partisi ile anlaşma yapmasına kadar ulaşmıştır. Itamer ben Gvir’in 1994’te el-Halil şehrindeki İbrahim Camii’nde katliamı gerçekleştiren radikal Baruch Goldstein’ın yakın arkadaşı oluşu da dikkat çekicidir.

Bu durum Itamar ben Gvir’i, terörizme inanan radikal bir isyancıdan kanunlarca korunan bir Knesset üyesine ve dahi bir başbakan adayına dönüştürdü ve aynı zamanda radikal grupları dini tasavvurlarını uygulamaya koyabilmek için eylem talep etmeye teşvik etti.

Radikal sağ grupların Mescid-i Aksa’nın statükosunu değiştirmek gayesiyle fiilen harekete geçmeyi planladıkları ve Filistin’in şu anda tanık olduğu büyük infiale yol veren 28 Ramazan baskını bu faaliyetlerin zirve noktası konumundaydı. Ancak bu gruplar, çabalarında başarısız oldular ve bu da onların planlarını, fikirlerini ve İsrail’deki kurumsal ve politik çalışmaya yönelik yönelimlerini gözden geçirmelerine neden oldu.

Bu hususta korkulan şey, siyasi yetkiler ile bir dayatmayı sağlayamayan bu grupların siyasi eylemlerden önce yaptıkları saldırı yöntemlerine geri dönmeleridir. Nitekim şu anki gücünü ve Yahudi devlet bünyesindeki kimliğini kullanarak bunları gerçekleştirebilir. Radikal grupların iddia ettiği üzere, özellikle Kudüs’te güvenlik güçlerinin üst düzey liderleri arasında destekçileri bulunmakta.

Bu durum, önümüze bu grupların hareketlerini önceden tahmin etmek adına bir dizi senaryo ve olasılık koyuyor: Kutsal yerlere saldırmak, ibadet edenlere silahlı eylemler ve saldırılar düzenlemek, Mescid-i Aksa’nın yakınlarında veya kapılarında herhangi bir zaman diliminde ateş etmek gibi. Kuşkusuz bu konu, özellikle daha önce bu tür eylemleri gerçekleştirmiş gruplarla karşı karşıya olduğumuz için, halihazırda var olan ciddiyetiyle ele alınmalıdır.

Bizden beklenen ise bu davranışları tahmin ve takip edip bunlara karşı koymak için hazırlanmak hatta başlangıçta Mescid-i Aksa ve çevresinde bulunmalarına karşı koymaktır; çünkü onların Mescid-i Aksa ve kapılarının yakınında bulunmaları son dönemde birbiri ardına yaşadıkları hayal kırıklıklarının ardından büyük bir tehlike taşımaya başladı.

Bu radikal grupların sivil ayağını temsil ettiği varsayılan Tapınak Örgütleri Birliği sözcüsü radikal Asaf Farid’in Lid şehrinin ortasında otomatik silahıyla bir fotoğrafını Facebook sayfasında paylaşması ve “Kesinlikle bir şeyler yapmalıyız” ifadesiyle 16–18 Mayıs’ta Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlemek için yaptığı çağrı bu tehlikenin en iyi göstergesidir.

Bu durum bize şu soruya sevk ediyor: Bu gibi radikal isimlerin yarın silahlanıp Mescid-i Aksa’ya gitmekten ne alıkoyabilir?

Bu grupların Mescid-i Aksa ve kapılarının yakınlarında sadece bulunmaları bile büyük bir tehlike teşkil ederken Mescid-i Aksa’ya yaklaşmaları engellenmeli ve yapabilecekleri akıl dışı herhangi bir eylemin olasılığına dahi dikkat edilmelidir.

Bu konuda ihtiyatlı davranmaya çağırırken bu eylemlerin olasılıklardan ibaret olduğunu vurguluyoruz. -tabii eşeği sağlam kazığa bağlamak evladır- Nitekim bu grupların ve faaliyetlerinin göz ardı edilmesinin bu noktaya kadar çalışmalarına ve hareketlerini geliştirmelerine nasıl imkan sağladığını daha önce gördük. Şimdi ise bu durum karşısında sessiz mi kalacağız?

“Bu değerlendirme yazısı Kudüs Araştırmaları Uzmanı Dr. Abdallah Marouf tarafından TRT Arabi için kaleme alınmıştır. “

“Rica: Tercüme ve düzenlenmesi Kudüs’te Bugün ekibi tarafından gerçekleşmiş olup izinsiz paylaşılmaması rica olunur.”